Orada bir köy vardı yakında!
Adı sanı fark etmez!
O da bütün Anadolu köyleri gibi bir köydü.
Sabahleyin sokakları keçi ve sığır sürülerinin tozlarıyla toz bulutu oluşurdu, akşam dönüşleri de ana ve kuzularının buluştuğu, her gün yaşanan bir emişme bayramı olurdu.
Al yazmalı, boncuklu tülbentli gelinler, mor eşarplı kızlarla çeşmelerde sohbet ederlerdi. Kara yazmalı yaşlı nineler güneşlenirdi duvar diplerinde, ellerinde birer biladan filiziyle sinekleri kişilerdi yüzlerine konan.
İki tekneli pınardan sulanırdı bütün havyanlar sahiplerinin yedeğinde, her evin su ihtiyacı o pınardan karşılanırdı. Testiler, helkeler, sitiller, buçuklar yapışırdı bilek gibi su akan kurnalara.
Kadınlar ailelerine çok bağlıydı, hele “herif” dedikleri kocalarına çok tutkundular. Ondan başkasına süslenmemeye özen gösterirlerdi. Hatta çeşmeye giderken önlerine bir erkek çıksa geçinceye kadar bir süre yönlerini duvara dönerler, yenlerini indirirler, başörtülerini çene altından bağlarlardı.
O köyün halkı birbirine çok tutkundu, çok milliyetçilerdi, kardeşlik sevgisi hat safhadaydı, insani ve beşeri ilişkiler öyle güzeldi ki insanlar birbirlerine yürekten “kardeşim” derlerdi öperlerdi birbirlerini, koklarlardı.
Öyle bir zaman geldi ki çocuklar büyüdüler kızlar başka evlere gelin gittiler, gençler başka evlerden gelin getirdiler ve nüfus büyüdükçe büyüdü, tarlalar ise küçüldükçe küçüldü.
O sevgi sözleri kardeşlik, bacılık, analık, babalık, bulunmaz sevgi günleri kardeşlerin mal bölüşümüne sıra gelince tükendi.
Çocukken “Ana benim, baba benim” diye bölüşemedikleri ana ve babalarını “baba senin, ana senin” diye ötelemeye başladılar.
Köyün arazisi dardı, kayalarla ve ormanlarla çevriliydi bu yüzden bütün babalar analar çocuklarını okutmak için şehre gönderdi, okuma kabiliyeti olmayanlar ise sanayiye gittiler, köyde sadece ana baba: birer yaşlı dede ve nine olarak kaldılar.
Yaşlılar tarlaları işleyemedi, yaylalara gidemediler, yaylaların birçoğuna orman işleri el koydu, yüzlerce yıldır atalarının işlediği güzelim yer bağlar ise terk edilmişlik özelliği ile yine orman tarafından el kondu.
Şehirlerde bir yer tutan ev bucak sahibi olan evlatlar köylerine hiç uğramadılar. Ya da çok az uğradılar. Onlar şehirde karı koca çalışıp rahat bir hayat sürmek için şehirlerde yer alırken bir veya iki çocuktan başkasına bakamayız, diye çocuk yapmadılar. Oysa ülkeye dışarıdan gelen muhacirlerin böyle bir kaygısı yoktu 5 - 6 çocuk yapıyorlardı ve nüfusları gittikçe artıyordu.
Köyün okumuş ve iş adamı takımları yerleştikleri yerlerde devre mülklerinde, 5 yıldızlı otellerde tatillerini aksatmamak için ve daha iyi bir hayat sürmek için biricik veya iki tane çocuklarına garantili bir ömür sağlamak için köylerindeki bahçe, bostan ve tarlalarını hatta babalarından kalma yegâne hatıra evlerini sattılar.
Devlet, tarlaların fazla bölüşülmesine ve küçülmesine bu vesileyle Ekim dikimden mahrum kalmasını önlemek için toplulaştırma yasası çıkarmıştı ve küçük bahçeler tarlalar bölünemezdi ve tek kişide kalacaktı, ama kardeşler o küçük bahçeleri birkaç dönümlük 3-5 evleklik bağları, bostanları içlerinden birisinde toplanmasında çok zorlandılar.
Öyle ki artık hiçbirinin gözünde tarla tezek yoktu, satılsın ortadan kimseye de nasip olmasın, deniliyordu.
Ama öte yandan ülkeye 5 - 6 milyon komşu ülkelerden göç edenler olmuştu, onlar esrarengiz insanlarla tarlalar, bağlar, bostanlar satın almak istiyorlardı ve sonuçta tanıdıklar aracılığıyla o köye kadar bile gelmişlerdi.
Köyün bütün gençleri okumuştu, gurbete gitmişlerdi, başka illere başka beldelere yerleşmişlerdi. Birçok profesör, birçok doktor, birçok avukat, öğretmen ve iş adamı yetişti, köylerine belki yılda bir gelmeye başladılar sonraları daha da seyrekleşti bu geliş.
Geldiklerinde de ilk yapacakları iş babalarından kalan tarlaları satıp savarak şehirdeki yatırımlarını genişletmeyi arzuluyorlardı.
Bir gün geldiklerinde köyün muhtarının bir yabancı olduğunu gördüler, çok şaşırmadılar buna, çünkü babalarının dedelerinin mirasları kardeşlerin bölüşememesi yüzünden veya birbirine satamamaları yüzünden başkalarına satılmıştı. Artık yeni mal sahipleri muhtar seçecek hale kadar gelmişlerdi.
Bu duruma gülseler mi ağlasalar mı şaşırmışlardı, ancak ikisinin de faydası yoktu, ülkeler de böyle elden giderdi köyler de!
Lütfen tarlalarımızı, bağlarımızı, bahçelerimizi konuşa konuşa, anlaşa anlaşa kendi içimizde bölüşelim ve devredelim.
Yabancılara mülk satmaya lütfen karşı olalım, uyanalım, uyaralım.
Baba ve dedelerimizin “aman ha tarla satmayın! Tarla satılmaz alınır” demelerinin manasını bir gün anlarız ama iş işten geçmiş olabilir.