Yıl 2023 .
Cumhuriyetimizin yüzüncü yılını coşkuyla kutluyoruz derken ülkemizin banisi Mustafa Kemal Atatürk’ü kaybettiğimiz gün olan 10 Kasım’da da bir o kadar hüzünle Ata’mızı anacağız ve bu sefer diğerlerinden farklı olarak ölümünün öncesindeki süreçle sonraki süreci ele alarak “gerçekten eceliyle mi öldü yoksa sinsi bir kumpas içerisinde zamanla öldürüldü mü?“ sorusunun cevabını arayacağız.
Her şeyden önemlisi Atatürk’ün dediği gibi “büyük ölümlere matem tutmadan, fikirlerine bağlılık edasıyla” dönemi analiz edeceğiz. Böylelikle günümüzde yaşanılanların o sürecin devamı olduğunun farkında olacağız.
Bildiğiniz gibi bize anlatılan Atatürk’ün ölüm yolculuğundaki ilk hikaye, köşkünü karıncaların basmasıdır ve buna bağlı olarak kaşıntılarının ortaya çıkmasıdır. Sonra herkesin bildiği gibi köşkü ilaçlanmıştır ama nedense kaşıntıları geçmemiştir. Çünkü yalan olduğunu doktoru da bilmektedir, sağlık müsteşarı da, diğer devlet erkanı da… Atatürk’ün sinir sistemi düzenli olarak bozularak zamanla vücudunda kaşıntılar, kızarıklıklar görülmeye ve bol bol burundan kan gelmeye başlamıştır. Şimdi bu nasıl oldu? Böyle bir şey nasıl başarıldı? Atatürk’e nasıl bu kadar rahat zarar vermeyi başardılar? Sırayla bunları konuşalım.
İlk olarak Osmanlı Dönemi’ne geri döneceğim çünkü Atatürk’e çöreklenen yapı o zamandan beri var olan ve halen de Ortadoğu’da etkisini gösteren yapıdır. Bundan dolayı boşluk bırakmadan konuşmamız gerekir.
Ortadoğu, üç büyük dinin çıkış noktasıdır. Kutsal topraklar yani Kudüs, din savaşlarında tarihten bu yana önemli yer tutar. O topraklara sahip olmak petrol musluklarının başında da olmak demektir. Doğal olarak geçmişte de bugün de Ortadoğu para baronlarının ve büyük devletlerin daima kıskacı altındadır ve olacaktır. Bu sebepten Dünya’yı yöneten beş aile ve emperyalistler tarafından burada uydu olup aynı zamanda Dünya’nın yönetildiği bir devlet kurulmak istenmektedir. Bu durum o zamana kadar yurtsuz olan, sadece başka ülkelerin boyunduruğunda yaşayan ama bir o kadar zengin iş insanları olan Yahudiler ile mümkün olacaktır. Bu gerçeği gören Sultan II. Abdülhamit Han, Yahudilere para karşılığı istediği Filistin topraklarını vermeyi reddetmiş ve üstüne petrol gerçeğini bilerek Musul ve Kerkük gibi petrol çıkan bölgelerden keşfedebildiği kadar yeri kendi şahsi toprağı olarak tapulamıştır. Ne var ki Dünya Savaşı ile bu bölgeler İngiliz hegemonyasına girmiş; Lozan’da bile mücadelemize rağmen istediğimizi alamadığımız nerdeyse tek mesele olmuştur. Çünkü hedef bellidir: Büyük İsrail Devleti ve Büyük Ortadoğu Projesi.
Dünya Savaşı’nda emperyalistler Ortadoğu’ya giden yol olan Anadolu’da istediğini elde edememiştir. Hatta “Her şeyi hesap ettik ama Mustafa Kemal’i hesap edemedik demişlerdir.” Onun için mutlak surette Mustafa Kemal’in ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Aslında Mustafa Kemal’i öldürme girişimleri subaylığı zamanında başlar. Kendisini kıskanan Enver Paşa tarafından ilk kez suikast girişimine uğrar sonra Samsun’a çıktıktan sonra kongreler sürecinde Nutuk’ta da anlatıldığı gibi yolda çeşitli pusulara düşürülmek istenir. Sonra bunu idam fermanları takip eder, Ankara’da İngiliz Ajanı Mustafa Sağır suikast hazırlıkları yaparken yakalanır. Ardından Çerkez Ethem, Yunan tarafına geçtikten sonra Mustafa Kemal’e saldırı düzenlemek ister, olmaz ve en önemlisi cumhurbaşkanı olduktan sonra İzmir’de yapılmak istenen suikast ile de suikast tehlikesi en üst seviyeye çıkar. Maalesef ki bu süreçlerde en yakın silah arkadaşları bile yargılanmak durumunda kalır.
Atatürk zaten bu süreçleri yaşayacağını önceden bilmektedir. Konuyla ilgili İzmir’de Halide Edip’e “Paşam, artık biraz dinlenirsiniz” demesine karşılık “Daha birbirimiz ile savaşacağız” ifadesini kullanmıştır. Halide Edip, İsmet İnönü, Kazım Karabekir gibi isimler her ne kadar Kurtuluş mücadelemizde etkin rol oynasalar da başlangıçta kurtuluşu Mandacılıkta ya da Hilafette arayan kişilerdir. Bundan dolayı iyi bir görev insanı olsalar bile Atatürk gibi hiçbiri dirayet gösterememiş ve içten içe Ata’yı daima kıskanmışlardır. Halide Edip yurtdışına kaçmış, orada Ata için eşiyle sinsi planlar yapmış; İsmet İnönü Ata öldüğünde cenazesine bile katılmadan kendini cumhurbaşkanı seçtirmiş; Karabekir de Ata’ya karşı Kurtuluş Savaşı’nı ben başlattım havalarına girmiştir. İsmet Paşa, Atatürk’ün ölümünden sonra Karabekir’i Meclis Başkanı yapmış; Halide Edip’i de yurttan kaçan saltanat üyeleriyle birlikte kabul ederek milletvekili yapmıştır.
Şimdi gelelim suikastçilerin dışardan değdiremedikleri kurşunu ne oldu da içerden değdirmeye karar verdiklerine?
Emperyalistler, ülkeleri savaşa kışkırtırken içerideki işbirlikçileri aracılığıyla bunu hızlandırırlar. Osmanlı döneminde de İttihat ve Terakki Partisi’nde Alman etkisi olduğu kadar Mason bir yapılanma da bulunmaktaydı. Bu dönemin masonlarında eğer ecnebi değilse yüksek ideal ülküsünden kaynaklı daha çok devletine, milletine bağlı olma erdemi kısmen daha ön plandaydı. Öyle ki ne kadar tek bir merkeze bağlı olsalar da Kurtuluş Savaşı’nda yararlılık gösterenler olmuştur fakat tehlike haline gelmesi, cumhuriyet kurulduktan sonra bu yapı CHP’de ve Halkevleri’nde örgütlenmeye başlamasıdır (Burada CHP ve Halkevlerini eleştirmiyoruz. Sadece olanı söylüyoruz). İçişleri Bakanı Şükrü Kaya bunun en tehlikeli örneklerinden biridir. Atatürk’ün son döneminde, İsmet Paşa’ya gönderdiği mektupta gelen yabancı hekimlerden bahsederek “Hekimlerin son derece işini iyi yapmakta olup, Atatürk’ün çevresine ve size karşı bazı önlemler aldığını söyleyip; “Beni Türk Hekimlerine emanet ediniz” sözüyle yabancı doktorları uzaklaştırmak istemektedir.” Mektubun sonunda da Şükrü Kaya, İsmet İnönü’yü cumhurbaşkanı görmek arzusunda olduğunu belirtmektedir. Bu durum bile acaba Atatürk devlet eliyle mi öldürülüyor sorusunu doğurmaktadır.
Gelelim Atatürk’ün doktorlarına, Mim Kemal Öke dönemin mason üstadıdır ve Atatürk’e mason reisliği teklifinde bulunmuştur. Atatürk de ona “Eğer merkezi burada olacaksa olabilir” tarzı kinayeli bir cevap vermiş. Bunun üzerine merkezi Amerika’da olduğunu söyleyen Mim Kemal Öke’ye mason localarının kapatılması talimatını vermiştir ve maalesef İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde mason locaları tekrar açılmış; Celal Bayar zamanında da gelen kapatılma teklifine de red yanıtı verilmiştir. Bir diğeri Neşet Ömer İrdelp eski ittihatçıdır. Türk ocağı kuruluşunda yer alsa da sonrasında Mason locasına kabul edilmiştir. Yahudilerin hoca olarak geldiği İstanbul Üniversitesi’nde rektörlük yapmıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü’nün “lütfen hatıralarınızı yazmayın” ricası üzerine “Öyle bir niyetim yok” diyerek sanki görevini tamamlamışçasına yurtdışında inzivaya çekilmiştir. Aslında çok doktor olsa da daima başucunda olan bir diğeri de son olarak Nihat Belger’dir. Nihat Belger, Abdülhamit Han’ın yurtdışına gönderdiği öğrencilerden olup dönemin iyi hocalarından eğitim almıştır. Saltanat çevresiyle daima arası iyi olmuştur. Sonrasında Türkiye’de merkez sağın ideoloğu olan Prens Sebahaddin ile de yakın arkadaştır. Atatürk’ün bir de Sami Günzberg adında ilginç bir dişçisi vardır. Sami Günzberg de Abdülhamit’ten bu yana devlet erkanının dişçisi olmuştur. Osmanlı’nın son döneminden bu yana diplomatik ilişkilerde de gerek Atatürk’ün gerekse padişahların en yakın sırdaşlarındandır ki İsrail’in ilk devlet başkanı Haim Weizzman’ın yakın arkadaşıdır (Tabi o zamanlar Weizzman İngiltere’de ünlü bir kimyager).
Şimdi dünya düzlemine tekrar dönmek zorundayız. Çünkü Dünya Savaşı’nda emperyalizme diz çöktürenlerden biri de Lenin’dir. Lenin’in de bir tarafının Türk olmasından dolayı Atatürk’le aralarında kadim bir hukuk oluşmuştur. SSCB’nin bünyesinde olan Türkler Lenin döneminde oldukça huzurlu ve mutlu olmuştur. Burada da Kafkas yahudisi Stalin sanki Lenin’in ölümünde bulunmuş, emperyalizme kurulacak İsrail devleti için destek olmaya başlamıştır. Bir Türk düşmanı olan Stalin de Atatürk’ün ortadan kaldırılmasını istemiş, bundan dolayı Kremlin’de düzenli mason toplantıları düzenlenmesine yardımcı olmuştur. Bu toplantılardan en kritiği Türkiye’de mason dernekleri kapatıldıktan sonra olanıdır. Türkiye’de masonların ikinci başkanı Mustafa Hakkı Yalçın’ın çağrıldığı toplantıda, Atatürk’ün kati surette ölümüne karar verilmiştir. Bu ölüm yalnız çok esrarengiz olacaktır. Atatürk’ün ölümünden sonra masonlar bir Yunan gazetesinde bu durumu şöyle açıklamıştır;
“İsmini veremeyeceğim bir ajanımız 1937’de Atatürk’ün sinir sistemini bozarak kızarıklık, kaşıntı ve burun kanamalarına yakalanmasını sağladı. Hatta zamanla halüsinasyonları artacak ve karşısındakini tanımayacak duruma gelecekti.”
Şimdi soruyorsunuz değil mi? Bu kadar durum varken bile bile Atatürk neden masonları yanında tutmuş? Öncelikle ülkenin yetişmiş elemanı şimdiki gibi olmadığı için biraz eli mahkûm kalınmış diyebiliriz. Bir diğeri de masonlar önceleri bu kadar tehlikeli varlıklar olarak görünmediği gibi mason locaları kapatıldıktan sonra Atatürk’e daha çok yakınlaşmışlar, her yapılan işi daha çok alkışlamışlar böylelikle devlette istediği gibi daha rahat at oynatmışlar gibi geliyor.
Şöyle kronolojik olarak süreci tanımladıktan sonra son 100 günde yaşanılanlara basit bir özet geçerek yazıyı tamamlayalım isterim.
1935: Türkiye’de mason locaları kapatıldı.
1936: İngiltere Ortadoğu’da İsrail devletini kurmak istediğini söyledi.
1937: Atatürk, Türkiye’nin hiçbir zaman emperyalistlerin Ortadoğu’daki emellerine ait olmayacağını söyledi.
1938: Atatürk öldü ya da öldürüldü.
Türkiye’de bu olay ya da olaylar yaşanırken Avrupa’da bir Hitler rüzgarı kasıp kavuruyordu. Bunu İtalya’da Mussolini, Portekiz’de Salazar, İspanya’da Franco, Yunanistan’da Mateksas gibi başka diktatörler de izlemişti ama hiçbirinin Hitler kadar Dünya’yı elde etme hırsları yoktu. Çünkü Hitler başlangıçta bahsettiğimiz para babalarının ve bahsettiğimiz ailelerin yeni oyuncağıydı. Gayeye giden yolda yeni bir savaş gerekiyordu. Atatürk ise aksine savaşa savunma dışında cinayet olarak bakan ama hiçbir tehdide de boğun eğmeyen, gerekirse sonuna kadar savaşacak bir yapısı vardı. Onun için savaş yerine kurduğu paktlar ile Avrupa’da da Dünya’da da barış için uğraşıyordu. Hitler Avrupa’da yeni bir savaş için uğraşadursun Atatürk, Balkan ülkeleriyle barış ve dostluk protokollerini yapmıştı. Hitler her ne kadar verdiği demeçlerde Atatürk’ü övse de yok olmasını Dünya’ya hükmedebilmek için istiyordu.
Türkiye’de ise Atatürk’ün kaşıntılarının ve kanamalarının artık karıncadan değil karaciğerden olduğu anlaşılmıştı. Doktorları, Atatürk’ü ikna ederek yabancı doktor getirmeye karar vermişlerdi. Bu esnada da Fransa’dan düzenli ve sürekli olarak ilaç siparişine başlandı ve Fransız Doktor Fissenger de nihayet geldi fakat ilaçlara ne kadar uyulsa da verilen perhize dikkat edilse de Atatürk’ün hastalığı ilerlemeye devam ediyordu. Ayrıca Türkiye’de İstanbul Eczanesi’nden de aslan payı kinin olan ilaç tedarik ediliyordu fakat Atatürk’ün zamanında sıtma ve böbrek rahatsızlığı olmasından dolayı kinin ilacının sakıncalı olduğu yok sayılmıştı ya da bilinçli olarak eski rahatsızlıklarını da azdırmak için verilmişti. Karaciğer de artık daha fazla büyümeye başlamıştı. Siroz tanısı netleşmişti ama nedense o zamana kadar hiç Ata’dan kan alınmamıştı. Halbuki dönemin tıp şartlarında kan tahlili şimdiki gibi birçok şeyi göstermekteydi. Bilim ve fennin izinden giden bir adama bunun yapılmaması tuhaftı.
Avusturya Yahudilerinden olan sonra Hitler’in ölüm deneylerinde göreceğimiz Eppinger hastalığın ilerleyen safhasında Dolmabahçe’ye gelmişti. Ne hikmetse bu doktor sadece Atatürk değil diğer Balkan ülkelerinin kral ve kraliçelerinin son dönemlerinde tedavilerinde bulunmuş ve sonuçta hepsinin ölümüne şahit olmuştu. Bunlardan Atatürk’e gelmesine vesile olan şahıs Romanya kraliçesi Marie’ydi. Marie de sirozdu ama hayatında hiçbir zaman alkol almamıştı ve alkolden siroz olmak için günde en az iki üç duble 15-20 yıl bir fiil içmesi gerekirdi ki Atatürk kritik zamanlarda yerine göre günlerce alkol almazdı. Alkol yalanı yine Atatürk’ün ölümünden sonra meclise giren Yahudi milletvekillerinin “Alkolden sigaradan öldü diyelim. Gençlere de iyi örnek olalım.” avutmasıdır. Bunu maalesef Türkiye’de Şeyh Said ve Menemen isyancılarının devamının Atatürk’ü hakir, din karşıtı gördürmek için kullandığı bir argüman olmuştur ki bunların arkasında İngiltere’nin olduğu açıktır.
Marie’nin cenaze törenine giden diplomatlarımız Dr. Eppinger’in gelmesini istemişler. Eppinger gelir gelmez daha önce tedavisinde bulunan doktorlardan görüş almadan Atatürk’ü muayeneye girmiştir. Bu esnada Ata ile yalnız kalan Eppinger kısmen zehirli bir şey vermiş mi bilmiyoruz ama buna izin veren doktorları da zihnimizde sorguluyoruz. Eppinger, muayeneden çıktıktan sonra Ata’nın yemesini önerdiği şeyler sindirim sistemini iyice bozmuş ve doktorları tekrar Fissenger’i çağırmak durumunda bırakmıştır. Bu esnada karın da iyice büyümeye başlamış biriken sıvı Atatürk’ü nefes alamamaya ve sürekli yorgun hissetmesine neden olmuştur. Bu esnada bile devlet işlerinden geri kalmamış ve gelecek Dünya Savaşı’nı söylemiştir. Gerek dış işleri, gerek başbakanlık, gerekse bazı elçilerle de özel olarak görüşmüştür ve en önemlisi şahsi meselem dediği Hatay’ın bağımsızlığını canı pahasına Mersin’e gidip sağlattırmıştır.
Artık karından su alma vakti gelmiştir ama karındaki asit salınımın daha sağlıklı olması için ilaç verilmesi gerekmektedir. Bu esnada sahneye yine Eppinger çıkmıştır. Eppinger, Salyngran denilen civalı diüretik şırıngayı Atatürk’e uygulamayı uygun görmüştür ve ilginçtir ki bunu ilk olarak Atatürk’te deneyecektir. Doktorlar yine itiraz etmemişler, Fissenger kısmen itiraz etse de yine önce Salyngran denilen ilaçla asit döngüsü sağlanmış sonra su alınmaya başlanmıştır. Tahmin edersiniz ki diüretik döngüyü sağlarken cıva da Ata’yı zehirlemektedir. Her yapılan operasyondan sonra da anlık rahatlama olsa da çıkan su bir öncekinden daha fazladır ve bu ilaç ilerde toplama kamplarında Naziler tarafından ne amaçla olduğu belli olmadan yapılacaktır. Bu arada karıncaları öldürmek için kullanılan gaz Zyklon B olup, yine toplama kamplarından bol miktarda Naziler tarafından uygulanacaktır.
Atatürk tüm süreç boyunca öleceğinin farkındadır ve sistematik bir ölüm operasyonuna maruz kalmıştır. Serzenişini “doktorların yanlış uygulama tedavileri” şeklinde Afet İnan’a mektubunda yazmış; “Beni Türk Hekimlerine emanet ediniz.” sözünü hem Afet Hanım’a hem de diğer çevresine söylemiştir. Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a vasiyetini tekrar yazdırmıştır. Burada İsmet Paşa’nın çocuklarına da destek çıkması manidardır. Atatürk’ün son zamanlarında İsmet Paşa’ya olan sinirine karşılık İsmet İnönü’nün bir kazada öldüğü haberi Gazi’ye getirildiği söylenir. Bundan dolayı çocukları sahipsiz kalmasın istemiş olabilir. Yine Hasan Rıza Soyak’a kendisinden sonra Fevzi Çakmak Paşa’yı cumhurbaşkanı olarak görmek istemesidir. Hatta bu konuyu konuşmak istercesine Ankara’ya gitmek ister ama İsmet İnönü ve çevresi Atatürk’ün gelmesini istemezler. Tren sağlığınız açısından tehlikeli diyerek Atatürk’ün İstanbul’da kalması sağlanır.
Ve Atatürk ölür. Daha cenaze kalkmadan İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçilir. Dolmabahçe’de yer alan Atatürk heykeli hemen kaldırılır. İkinci Dünya Savaşı çıkar. Türkiye savaşa girmese de Türkiye’nin de katıldığı Kahire toplantısından sonra Balfour deklarasyonu yayınlanarak Ortadoğu’da İsrail devleti kurulur. Saltanat şurasına af gelir ve tekrar Türkiye’ye gelirler hatta bazıları milletvekili de olur. Dünya savaşının bitimiyle de 1945’den itibaren Türkiye yeniden emperyalizmin kucağına düşmeye başlar. İsmet İnönü, Hasan Ali Yücel’i görevden alır, Adnan Menderes köy enstitülerini kapatır. Ülke Marshall yardımı ile tekrar yabancı tesir altında kalmaya başlar. Çünkü dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar Atatürk’ün başbakanı iken Atatürk’ün artık öleceğini bilircesine Sami Günzberg ve Haim Weizzman ile kredi görüşmelerine başlamış; Weizzman da nihayet İsrail’in in devlet başkanı olmuştur. Maalesef Atatürk’ün varlığı Büyük Ortadoğu Projesi planını yalnız birim yarım yüzyıl geciktirebilmiştir ve süreç devam etmektedir. Fikrimce yeni bir Dünya Savaşı kapıdadır. Belki de bizleri yeni bir Kurtuluş Savaşı beklemektedir. Muhtaç olduğumuz kudret ise damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur!!
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi şahsiyeti önünde saygıyla; emanetini koruyacağımız nice yıllara diliyorum.
Not: Niyetimiz, hiçbir Yahudi vatandaşımızı ya da bu dine mensup insanları ötekileştirmek değildir. Sadece Dünya’ya çöreklenmiş bir yapının Ata’ya olan kumpasını anlatmaya çalıştık.
Kaynak Kitaplar
Atatürk’ü Kim Öldürdü?, Ahmet Tahir Can, Tutku Yayınları
Atatürk’ün Katilleri ve O Doktor , Yaşar Gürsoy, Destek Medya Grubu
Atatürk’ün Katilleri, Hüseyin Hakkı Kahveci, Destek Medya Grubu
Ve bu kitaplarda yer alan bütün kaynakçalar…