Doğup büyüdüğüm köyümde çocukluğumda hemen herkes şeker pancarı yetiştirirdi. Öncesinde şeker fabrikasından ekme izni alırdık. Sonrasında pullukla, kazayağı ile toprağını alt-üst ederek hazırladığımız tarlalarımıza, tavını yakaladığımız nisan ayında, pancar çavuşlarının yardımıyla mibzerle tohumunu ekerdik. Sıra üzeri ekilen bu tohumlar, mayısta iki yaprak halinde biterlerdi. Yaz boyunca otunu çapalar, seyreltir ve bol bol sulardık. Eylül başından kasım sonuna kadar tek tek söker, toprağını çarığını temizler, alım kantarlarında tarttırıp, gösterilen depo alanına boşaltırdık. Sonraki yıllarda o pancar köklerinin nasıl şekere dönüştüğünü merak etmeye başladım. Birçok şeker fabrikasını gezdim. Yıkanan, doğranan, özsuyu alınıp posası atılan şeker şerbetinin santrifüjlenerek şekere dönüştürüldüğünü, o an şekerin tıpkı kökünün rengi gibi açık kahverengi olduğunu, kemik tozuyla ağartıldığını hayretle izlemiştim. Şimdilerde doğal şeker diye ağartılmayan bu şeker tercih edilmektedir.
Şeker pancarı bitki olarak oldukça bereketliydi. Sadece kökü değil, yaprağı, küspesi, toprağı, şeker avansı derken ekilen haneye para, ağız tadı, mutluluk, çalışma ve muhabbet getirirdi. Ekildikten bir ay sonra tarlayı örten pancarın nazik uç yapraklarını toplar, ıspanak gibi kavurur, içine yumurta kırarak yemeğini yapar, yufka ekmeğimizi bandırarak yerdik. Yanında, sadece yeşil soğan isterdi. Pancarın kökü, irileşince tatlımız olurdu. Kazanda haşlar, ince kabuğunu soyar, tabağımıza dilimlerdik. Şimdi bile güzün iki yumruk iriliğindeki köklerini bulduğum yerlerden alıp kazanda kaynatarak baklava yerine yiyorum. Yayık yaydıktan sonra çıkan tereyağını yufka ekmeğimize çalar, üzerine bolca şeker serpelerdik. Bu şekerli tereyağlı dürümünün tadı hâlâ damağımda.
Şeker pancarı ekilen tarlaya devlet (şeker fabrikası) gübre verirdi. Gübrelenen o tarla çapalanıp sulandığından şaha kalkardı. En birinci nimetimiz ekmek için buğday ekerdik, pancarını söktüğümüz şaha kalkmış o tarlaya. Buğday öyle bereketli olurdu ki, ambarları doldurup taşırırdı. Nadasa bırakmadan birkaç yıl üst üste daha buğday, nohut, mercimek ekmeye devam ederdik.
Şeker pancarının yapraklarına başta inekler olmak üzere koyunlar, kuzular bayılırdı. Eşekler, keçiler yapraktan ziyade kökünü kemirmeyi tercih ederlerdi. Kök, para demek olduğundan kemirmeye izin vermezdik. Söktüğümüz pancarların yapraklarını yiyen sağmal ineklerin sütleri fışkırırdı. Şeker fabrikasında şerbeti alınan pancarın geri kalanı küspe olarak kış günleri yine sığırlarımızın, koyunlarımızın karnını doyururdu.
Pancar tarlasını çapalamak eziyetli işti. Bir kişinin, bir hanenin hak edeceği gibi değildi. Komşularla ödünçleşir, sırayla tarlalarımızı çapalardık. Köklerini sökmek, her bir kökün başını kesip yaprağını, taşını, toprağını temizlemek; traktör vagonlarına yüklemek, ekim kasım aylarının ayazında, yağmurunda daha da eziyetli olurdu. Yine komşularla ödünçleşirdik. Erkekler söker, kadınlar oturdukları yerde temizlerlerdi her bir kökü. İşte o kalabalıkta yeri gelir köylülüğün çilesi, yeri gelir dağların temiz havası, kaynayan suyu, kış oturmaları, düğünü, kız-oğlan evermesi konuşulurdu. Pancarları söküp söküp öbek haline getirince, kadınların laflarını dinlemek için yanlarına oturur, size yardıma geldim deyip, elime aldığım bıçakla yaprağını keser, teseğini ayıklardım.
Şeker pancarını eken her haneye çuval çuval avans kabilinden toz şeker verilirdi. Şeker böyle bedavaya geldiğinden çaylar da bol şekerli içilirdi. O zamanlar bir çay bardağına tam üç kaşık şeker katardık. Kimi pancarcılar dört-beş kaşık katıp şekerli çay içmez, adeta çaylı şeker yerlerdi. Şimdilerde şekerin zararlı olduğunu söyleyen Dr. Canan Karatay o zaman yoktu. Koca delikanlı olmuştum. Ülke siyaseten oldukça gergindi. Sonradan öğreniyorum ki TÜSİAD, Ecevit hükümetini düşürmek için ambargo uygulamış, bu yüzden birkaç yıl şeker ekme izni verilmedi. Torba torba verilen şekere hasret kalmıştık. Dedem beni şehire (Çorum) kaç kere şeker kuyruğuna gönderdi. Alışmıştık bir kere, hepimiz bol bol şeker yiyorduk. Pekmezi, hasıdayı, pestili, kuru üzümü nerdeyse yemeyi unutuyorduk. Biz köylülerin ağzının tadı kaçmıştı. İki kişi bir araya gelsek, "ne olacak bu şekerin hali" diye ateşli tartışma yapıyorduk. Kuyruğa geçerek alınan şekerler, tezden bitiyordu. O zaman Dedem, "ol görüp bir çare bulamadım, çaya yarım kaşık şeker katıp idare edeceğiz' dedi.
Birkaç yıl sonra tekrar bol şekerli düzene geçtik. Şimdilerde İstanbulda yaşıyorum, herkes üç beyaz diye undan, tuzdan, şekerden uzak duruyor. Birecikte Nedim Ağanın uyarısıyla tek kaşığa indirdiğim şekeri, temelli kestim. Sade türk kahvesine dadandım. Sütlaçtı, baklavaydı, meyve suyuydu derken içine şeker giren her şeyden soğuttular beni; elmadan, hurmadan, hünnaptan, keçiboynuzundan şekerlenmeye çalışıyorum. 10/03/2021
İBRAHİM ÇALIŞGAN