Babasının evi çinko kaplı, dedesinin evi ise düz damdı.
“Bu damlar öyle sağlam yapılmıştı ki üzerinde eşek, eşeğin arkasında düğen, düğenin üstünde bir adam, adamın üstünde de ağır gelelim de saplar çabuk ufalansın diye yüklendiği çocuğu olmak üzere bir sürü yüke omuz veriyordu. Bu omuz da ardıç direkleri ve dikmeleriydi.
“Ermenek Şehrengizi kitap çalışması kapsamında, Olaylar İnsanlar Meslekler bağlamında, seve seve, dolu dolu günler geçirdim ve geçiriyorum.
Hocam gel bugün seni bir yere götüreceğim, dedi.
Beni bu konuda bilgilendirmek üzere davet eden hemşerimize: neresi orası Ali kardeşim, dedim.
Babamın ve dedemin evi, dedi.
Köyün en üstü sayılan sokağa geldik, sokakların bütün zeminleri parke taşı döşeliydi.
Burası aynı zamanda köy mezarlığının da olduğu bir yerdedir.
Yan yana duran müşrif-harab durumdaki iki evi işaret ederek: bu dedemin bu babamın, dedi.
Babamın evi henüz bölüşülmedi meresgerlerin elinde bulunuyor ama dedemin ki bana tapulu, diye ekledi.
Havluya girdiğimizde, benim köyümde de, çevre köylerde de, aslında bütün Anadolu'da da karşılaşılan manzaralarla karşılaştık.
1960'lı, 70'li yıllarda sanayiye geçişle ve Avrupa'ya işçi sevki ile beraber köyleri boşaltan gençlerimiz her şeyi yaşlılara bırakıp terk etmişlerdi.
Bu yaşlı ana baba da bakabildiği birkaç evlek yere bakmış kalan yerleri uzun süreli nadasa bırakmıştı.İşte bu dönemin sonudur: devletin, vatandaşın uğrayamadığı yaylalarındaki birer ikişer koyak arazisine mera ve orman diye el koyması. Hatta köylerin dibindeki devasa bağlara da aynı dönemde orman diye hazine el koydu.
Her iki şıkta bizim de kusurumuz var tabi ki: özellikle bağlara el konulmadan yıllarca ilan dilerek sahiplerinin bağın başına gelip tapularını almaları istendi.
Bu iki ev de yan yana sahipleri ölünce şu anda kimsesi olmayan metruk, mahrum, garip bir durumda yıkılmayı bekliyorlardı.
İkisi de nereden baksan aynı havluda sayılıyor, havlunun ve evlerin balkon diyebileceğimiz bütün müştemilatı ağaç dikmelerden ve direklerden oluşmadır.
İlk önce havluya girerken sol tarafta havluya girişi önleyecek duvarların başına dizilen ağaçlar arasında bir çift düğen göze çarpıyordu.
Dişleri dökülmüş, diş etleri çürümüş ve artık iş göremeyecek hale gelmiş düğen gene de havluyu koruma görevini üstlenmişti.
Ali Bey, babasının evine giremeyeceğimizi, ortak olduğundan kapıyı da zorlayamayacağımızı, içinde oturanın olmadığını anlattıktan sonra biz dedesi Mehmet Eşref merhumun evine yöneldik.
Evin önü, arkası, sağı, solu üzüm, incir ağaçlarıyla doluydu ancak budama ve bakım yapılmadığından gelişi güzel çalılaşmış bir haldeydi. Böyle de olsa bol ve sıkı bir üzüm tutmuş olan asmalar vardı. Hatta ayrılırken bana da birkaç asanak kesip verdi ali kardeşim.
Babasının evi çinko kaplı dedesinin evi ise düz damdı.
Önce dama baktık, damın girişinde belki yarım asırdır görev yapmayan bir yuvak vardı. Yuvağın iki ucundaki deliklere yuvak ağacını yerleştirip sembolik olarak yürüttük ve iki kadim dostu buluşturduk.
Bu yuvak yarım asırdan fazla bu damı yuvmuş, yağmurların, altında oturan sahiplerine ulaşmasını engellemişti.
Ancak bu damın bir başka görevi daha vardı, bunu ilk defa Ali Bey’den duydum: bu damda toplanan ekinler, saplar bir eşekle düğen koşulup sürülüyordu.
Yaklaşık 25'e 25 metre ebadında olan evin damı çelenleri de eklersek bunu biraz geçerek daha geniş haldeydi. Ortasına toplanacak ekinler bir harman oluşturarak sürülebilecek genişlikteydi.
Bu damlar öyle sağlam yapılmıştı ki üzerinde eşek, eşeğin arkasında düğen, düğenin üstünde bir adam, adamın üstünde de ağır gelelim de saplar çabuk ufalansın diye yüklendiği çocuğu olmak üzere bir sürü yüke omuz veriyordu. Bu omuz da ardıç direkleri ve dikmeleriydi.
Ama bugünlerde dam yer yer çökmeye başlamış hatta Ali Bey'e evin içine de girmemiz lazım, dediğimde: hayır göçebilir, diyerek engel olmaya çalıştı.
Ama sonuçta evin içine de girdik, evin içine girmeden dışından bir şey daha anlatayım.
Dedesi merhum Mehmet Eşref’in taştan düzlüğü bir el dibeği ters döndürülmüş olarak dışarıda yatıyordu. El emeği göz nuru kendisini düzen ustası öleli beri de hiç kaldıran olmamıştı.
“Kalk, bırak artık ağlamayı, gelmez onlar geriye”, diyerek düz çevirip izniyle fotoğrafını çektim. Mehmet Eşref Efendi öleli beri yüzükoyun yatan el dibeğine: sen daha yüz yıllarca yaşayabilirsin, dedim.
Dede evinin kuzey tarafında bir zamanlar 40 gün yani Eylül ve ekim ayları içinde durmadan pekmez kaynatılan dev bir pekmez ocağı vardı, pekmez ocağı şu anda toprak altında kalmış ancak ayakta duran şırakmana ve bilana gözlerimizi yaşattı.