Köyde herkesin mektep dediği ilkokul binamız tam köyün orta yerinde taş bir yapıydı. Biri küçük, biri de büyük iki sınıfı vardı. Küçük sınıfta askerde okuma yazma öğrenen eğitmen sıfatı almış Ali Eğitmenimiz sadece birinci sınıflara okuma ve yazma öğretirdi. Büyük sınıftaysa ikiler, üçler, dörtler, beşler ayrı ayrı sıralarda otururdu. Bu sınıfı köy enstitüsü mezunu Mehmet öğretmenimiz okuturdu.
Sınıfımızın orta yerinde büyükçe bir odun sobası vardı. Sobanın odununu sırayla evimizden kucağımızda taşırdık. Huduk lakaplı oldukça saf ve kaytarma bilmez hadememizin her zaman telaşlı bir hali vardı. Huduk Emmi diyorduk. Gerçek adını bilmezdik. Kucağımızdaki odunları alıp karatahtanın yamacındaki duvar dibine dizerdi. Çırayla, gazelle dumanı tüttüre tüttüre sobayı yakardı. Mehmet öğretmenimiz sınıfa girince önce “ pencereleri açın, dumandan boğulacaksınız çocuklar “ derdi.
Üçüncü sınıftaydım. Kasım ayının ortalarıydı. Ağaçları yapraklar çoktan terketmiş, dipleri gazelle ( kuru yaprak yığını ) doluydu. Anamla bahçedeki meyve ağaçlarının, okulumuza bakan dere yamacındaki cevizlerin gazellerini çuvallara doldurup kesliğe ( kes ve gazel konulan yer ) taşıyordum. Bu gazeller tandırda yufka ekmek pişirirken baş yakacağımız oluyordu. O sırada yaprak saran Emine Ninem “ Eskiden Yunaklığın koruluktan, Karadağ’dan meşe yaprağı toplardık. Hem keçiler karnını doyurur, hem de tandırda iyi yanardı. Elma yaprağının, ceviz yaprağının canı ne ki .” diyerek topladığımız gazelleri beğenmediğini dile getirdi. Bir çuval gazeli de Anamdan habersiz okula götürdüm. Huduk Emminin sobayı tutuştururken rahat etmesini istiyordum.
Sınıfa girdiğimde ders çoktan başlamıştı. Sobanın üstünde tabanı geniş, gövdesi göbekli, ağzına doğru daralan, ibriğe benzeyen donuk beyaz bir kap gördüm. Adı güğümmüş, süt pişirmeye yararmış. Mehmet öğretmen “ çocuklar sütün tozu olur mu ? “ diye bir soru sordu. Biz öğrencilerden “ Hayır, olmaz, süt cıvıktır öğretmenim “ cevabı geldi gür sesle. Cenan adlı oldukça zeki, şehir görmüş ve bizlere göre her şeyin gülmece tarafını gören bir arkadaşımız, “ davul tozu, osuruk tozu oluyorsa sütün tozu da olur “ dedi gülerek ve bağırarak. İçinde öğretmenin huzurunda söylenmeyecek ayıp kelimeler olduğundan bizler de kahkahalar attık.
Öğretmenimiz masasının altından renkli kağıtlara sarılı bir paket çıkarttı. O paketi özenle açtı. Sınıfça çık çıkartmadan öğretmenimizi dinlemeye ve izlemeye başladık. Eline aldığı un gibi ağca tozu göstererek “ Buna süt tozu deniyor. Bilimle, teknolojiyle her şey elde edilebilir. Sütün onda sekizi dokuzu sudur. Bu su buharlaştırılınca geriye sütün tozu kalır. Sütün besin değeri değişmez. Böylece süt bozulmuyor ve kolayca taşınıyor. Şimdi bu tozu süte dönüştüreceğiz “ dedi ve sobanın üstündeki güğüme bir avuç kadar aktardı. Huduk Emminin Taş Pınardan getirdiği bir sitil helke suyu da ekledi. İrisinden iki kütük attı sobaya. Soba öyle harlı yanmaya başladı ki neredeyse gövde demirleri kızaracaktı. Huduk Emmi büyük tahta kepçeyle usul usul karıştırdı.
Su kaynamaya başladı, kaynadıkça rengi de sütün ağca rengini alıyordu. Öğretmenimizin “ Güğümü indir, çocuklara dağıt “ talimatıyla Huduk Emmi aynı maşrapa ile bizlere o sıcak sütü sırayla ikram etmeye koyuldu.
Sütün toz haline getirilmesine inanmadığım gibi şimdi de o tozun süte dönüşeceğine inanmıyordum. Güğüm fokur fokur kaynarken süt kokusunu keskin olmazsa da hafiften almaya başladım. O an kendi kendime sütün tozu yapılıyorsa yoğurdun, pekmezin, hoşafın hatta suyun tozu da yapılabilir mi diye garip düşüncelere daldım.
Sıcak süt içme sırası bana geldi. Benden önce içenleri izledim. Kimi bir dikişte maşrapanın dibini buluyordu, kimi de ilk yudumda kusuyordu. Sütü evde içtiğim gibi önce ağzıma iyice doldurdum. Ağzımın içinde sağ sola kaydırdım. Dilimle okşadım. Avurtlarımı şişirdim, dişlerimin arasından geçirdim, damaklarıma tekrar tekrar dokundurdum. Sekiyurtta ( yaylada bir mevki adı ) koyunlarımdan, keçilerimden sağıp pınar suyunda soğutup içtiğim sütün tadını alamadım. “ Bu süt sası geliyor ( tatsız anlamında ) “ diye bağırmışım ve yutmadan olduğu gibi tükürmüşüm.
Öğretmenimiz sütü içmeyenlere kızdı. O zamanlar “ gıdada katkı maddesi “ kavramı yoktu. Böyle bir kelimeyi hiçbirimiz duyup işitmemiştik. “ Bu bilimdir, bu yeni bir teknolojidir, akıllı nesiller yetiştirmemiz için Amerika yardımı “ dediyse de tadı çoğumuzun hoşuna gitmemişti.
Öğretmenimiz dersin sonunda “ bundan böyle herkes süt bardağıyla okula gelecek , ayrıca annesine çörek, börek gibi hamur işi yaptıracak, bu süt yalnız içilmez “ diye üstüne basa basa birkaç kere tekrar etti. Evimizdeki en küçük boy kalaylı su tasını götürüyordum. Kardeşim İzzetle o sütü Anamızın yaptığı yanıç ( gözleme ), bazlama ve börekler ile sınıf arkadaşlarımızın annelerinin pişirdiği birbirinden nefis çöreklerin hatırına zorla içiyorduk.
Eve gidince Dedeme okuldaki süt tozunu, o tozdan tekrar nasıl süt elde ettiğimizi anlattım. Dedemin ağzından birden “ Hayya ale sela, daha ne duyacağım “ cümlesi çıktı. Devamla “ Bizim davarımız malımız gani, sütümüz yoğurdumuz gani, bunda bir iş var “ dedi ve elindeki baltayı kıydığı odun yerine kütüğe sapladı.
Aradan yıllar, yıllar geçti. Demircide ( Manisa ) tekerlekli sakat arabası kullanan felçli bir gazeteci şairle tanıştım. Adı Mustafaydı. Ellili yaşlarının ortasındaydı. Biraz çekinerek “ Trafik kazası mı geçirdin? “ dedim. Bana “ Kaç yaşındasın? “ dedi. “ Cevapla yaşımın ilgisini kuramadım “ der demez “ İlkokulda süt tozundan yapılma süt içmedin mi? O sütten çocuk felci oldum “ demez mi . “ Benim de kolesterolüm hep yüksek, o sütten mi acaba “ diye merakla bir soru daha sordum. Yumruğunu ve dişlerini sıkarak “ Hepsi o sütün marifeti. Amerika marshal yardımı yapıyorum diye bizim tarımımızı, hayvancılığımızı çökertti, doğal gıdalara ulaşmamızı engelledi, margarin yağı ve bisküvit yedirdi.” dedi ve bir küfür savurdu.
04.10.2022
İBRAHİM ÇALIŞGAN