Gezdiğim ülkelere ilişkin anılarımı ve gözlemlerimi anlatırken sık sık, ‘’Nasıl anlaşıyorsun? Kaç dil biliyorsun?’’ sorularıyla karşılaşıyorum. Üç dil biliyorum deyince başka soru sorulmuyor. Oysa benim kastettiğim diller onların sandıkları gibi İngilizce, İspanyolca, Arapça gibi popüler uluslararası diller değil. Benim dillerim beden dili, gönül dili ve Türkçe. Bu üç dille koca dünya geziliyor.
İnsan beden diliyle bütün temel ihtiyaçlarını ifade edebiliyor. Açsa açlığını, susuzsa susuzluğunu el, kol, beden hareketleriyle anlatabiliyor.
Hâl dili de denilen gönül diliyle gezgin; bütün acılarını, sevinçlerini, umutlarını, beklentilerini bulunduğu ülkenin en iyi şairi, yazarı kadar karşısındakine aktarabiliyor. Hâl dilini bilen her insan; yeryüzündeki kara derili, çekik gözlü, sarışın, Avrupalı, Hintli, yerli vs her türden insanla iletişim kurabilir, derdini anlatıp derman bulabilir.
Gezi yapacağım ülkeler hakkında önceden dinleri, kültürleri, tarihleri, coğrafyaları ve özellikle popüler kültüre dahil olan meşhur birkaç filmini, futbolcusunu ve festivalini öğreniyorum. Ayrıca muhakkak on-on beş tane selamlaşma ve nezaket sözcükleri de ezberliyorum.
Bulgaristan gezisi sırasında Filibe’deki (Bulgarlar Plovdiv diyor) tarihi Osmanlı camisini sabahın köründe görmeye gitmiştim. Sarhoş bir genç yolda yalpalayarak karşımdan geliyordu. Üstelik peltek bir ağızla Slav şarkıları söylüyordu. Sarhoşun yanından sıkıntıya girmeden geçmek için Bulgarca günaydın anlamında ‘’ Doberman’’ dedim. Daha samimi olsun diye Doberman, Doberman diye birkaç kez tekrarladım. Sarhoş genç peltek şarkısını kesip gülerek bana sarıldı ve defalarca ‘’Dobre den’’ dedi. O an köpek cins adı ile günaydın kelimesini karıştırdığımı fark ederek ben de gülmeye başladım.
Hindistan gezisi öncesinde Aamir Khan’ın filmlerini izlemiştim. Budizmin kurucusu Siddhartha Gautama’nın bir prens olarak yaşadığı sarayı terk edip acıyı, hastalığı ve ölümü anlamak için yola düştüğünde aydınlandığı (Budha, aydınlanmış insan demek) Sarnath şehri yakınındaki Bodi-Gaya’ya gittim. Budha adına yapılan tapınaklara yaklaştığımda bir çok rehber etrafımı sardı. Aamir Khan’a benzeyen bir genci rehberim olarak seçtim. Tapınaklara girdikçe rehberim dışarda bekliyordu. Son tapınaktan çıktığımda rehberimi arkadaşlarının arasındayken ‘’Aamir khan’’ diye seslenerek çağırdım. Gururlu adımlarla yanıma gelen genç rehberim, bütün ısrarlarıma rağmen rehberlik ücretini almadı.
New York gördüğüm en kozmopolit şehirdi. Bu şehre gider gitmez çocukluğumda izlediğim dizi film ‘’Harlem’’ aklıma geldi. Doğruca Harlem mahallesine gittim. Manhattan’daki meşhur Central Park’ın kuzeyinde kalıyordu. Harlem mahallesi TV dizisinden oldukça farklıydı. Binaları Manhattan’daki gökdelenler kadar olmasa da yüksekti. Zencilere, zenci veya kara derili değil, Afro-amerikan halkı diyorlardı. Zenci erkeklerin çoğu takım elbiseli ve kravatlıydı. Kadınları bakımlı, alımlı ve topuklu ayakkabılarıyla yüksek sosyeteden olduklarını ima ediyorlardı. Şaşırdım. Harlem’i baştan aşağıya yaya dolaştım. Oradaki ‘’Somalian Cafe’’ yazan kafeye girdim. ‘’Nerede bu ezilen zenciler?’’ dedim zenci bir garsona. Amerikan traşlı saçı ve kulağı küpeli tipiyle gülerek, “ We are afro-american, no back people”. dedi.
New York’un kozmopolit yapısı beni çok heyecanlandırdı. Dünyanın her kıtasını bırakın; her ülkesinden, her ırktan, her dinden, her deri renginden insanlar yaşıyordu.’’ Dünyayı gezeceğime öncelikle New York’u gezmeliyim’’ dedim içimden. Little Italy, China Town gibi farklı ulustan insanların topluca birlikte yaşadıkları mahalleler tıpkı adları gibi İtalya’ya, Çin’e benziyordu. Etnik lokantaları gezerken birçok İstanbul lokantasıyla karşılaştım. Tanışmak için içeri girdiğimde sahiplerinin Vietnamlı, Afrikalı olduklarını öğrendim. Bir lokantanın vitrininde ‘’Baklava’’ yazıyordu. Yazıyı okur okumaz lokantaya daldım. Garsonlar Türkçe bilmiyorlardı. Meğer Yunan lokantasıymış. Sadece baklavamızı değil, yoğurdumuzu, kebabımızı, dönerimizi de çalmışlar. Garsona, ‘’ Bunlar bizim yemeklerimiz’’ dedim. Garson, ‘’ Tamam, yediklerin senin, para almıyorum’’ dedi ve kapıya kadar uğurladı. Sıradan Amerikalılar bu yemeklerimizi Yunan yemeği olarak biliyorlar.
İran gezimde Şiraz’dan Yezd şehrine giderken otobüsümüz küçük bir kasabada mola verdi. Meydan kıraathanesinin peykesinde yaşlılar domino oynuyorlardı. Çocukluğumda oynadığım ve çok sevdiğim bu oyunu kırk yıldır hiç oynamadığımı düşündüm. Oyun oynayan pirleri (Farsça yaşlı) ayakta seyretmeye, kuralları hatırlamaya başladım. Oyuna iyice dalmış olan bu pirler nice sonra beni fark ettiler. Bakar bakmaz yabancı olduğumu anlayıp garsona seslendiler: ‘’Mihmana çay’’ dediler. Ben elimle otobüsü işaret ederek ‘’Hayır’’ (yok) dedim. Israr ettiler, sandalye getirttiler. İran’da çaylar büyük bardaklarla ikram ediliyordu. Otobüsü ve yolcuları bekletmek istemediğimden çayı hızlı hızlı içmeye başladım. Bu kez domino oyunsu pirler hep birlikte’’ Aheste, aheste’’ dediler ve bir çay da şoförümüze ikram ettiler.
Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’daki Arap mahallesinde geziniyordum. Meydanda dev ‘’Mırra fincanı ve cezve’’ heykeli gördüm. ‘’Mırra’’ diye ses çıkardım. Urfa’da görev yaparken acı da olsa ayda birkaç defa mırra kahvesi içerdim. Adını bilmiş olmama sevinen Suriye göçmeni benim kolumdan tutarak oradaki kafeye götürdü. Malezya usulü mırra, en az Urfa usulü mırra kadar keyif vericiydi.
Bir çoban olarak güneşin ufukta doğuşuna ve batışına sayısız kere tanık olmama rağmen bir de Nemrut dağında tanık olmak istedim. Ağustos ayının başında gece saat 03:00’de bu dağın zirvesine Eşimle birlikte yürüyüşe geçtik. Karanlıkta kalabalığı takip ederek zirvenin eteklerindeki heykellere ulaştık. Yaz günü olsa da yüksekliği iki bin metreyi aşan tepesinin soğuk olduğunu biliyordum. Yanımıza aldığımız kazakları giydik, battaniyeyi üzerimize çektik, taş sekilerden birine oturduk. Ortalık hâlâ karanlıktı. Güneş ne taraftan doğacaktı? Kafamı yıldızlara çevirdim. Samanyolu kaybolmuştu, çoban yıldızı hemen beni tanıdı ve göz kırptı. Şafak söküyordu artık. Tan ağırdı. O yönü göstererek, ’’Birazdan güneş oradan doğacak’’ dedim.
Hava çok soğuktu. Eşim; “ İyi ki önceden sen geziyorsun, tedarikli gelmişiz’’ dedi. ‘’Güneşin doğuşu turizmi’’ diye adlandırdığım bu turizmin turistleri yaz kıyafetliydi. Üşümemek için yürüyorlardı, zıplıyorlardı. Yirmili yaşlarının başındaki Japon’a benzeyen bir erkek turist ellerini koltuk altına sokmuş, büzüşmüş bir halde defalarca önümüzden geçti. Yanıma çağırdım. Üstüne battaniyeyi çektim. Turist genç tir tir titriyordu. Üzerinde sadece kısa kollu bir t-shırt vardı. ‘’Japon musun?’’ diye sordum. ‘’Babbaa, Babbaa’’ diye ses çıkarmaya başladı. Aradan birkaç dakika geçti. Isındı, dili dişi çözüldü. Güney Koreliymiş. Üç tane Türkçe kelime öğrenmiş. “ Günaydın, Teşekkür ederim ve Baba” . Yirmi beş gündür ülkemizi gezen bu Koreli genci her gören vatandaşımız ‘’Japon, çayımızı iç’’ diye çağırıyormuş.
Güneşin uzak ufukta doğuşunu, dünyamızı ve yüreklerimizi aydınlatışını, belli belirsiz sevindirmesini Koreli gençle birlikte izledik. Koreli turist o kadar mutlu oldu ki her dakika ‘’Babbaa’’ deyip bana sarılıyordu. Eşime, ‘’İki tane çocuğum var, hiçbiri böyle içten babbaa diye ünlemedi, bu genci evlatlık alacağım.’’ dedim.
Koreli genç Türkçe bilmiyordu, bizler de Korece bilmiyorduk. Fakat birbirimizle olağanüstü anlaştık. Çünkü gönül dilinden konuşurduk.
07.03.2023 İBRAHİM ÇALIŞGAN