Zemherinin hemen ardından, Şubat ayının ortalarında baharın ucu görünürdü. Karların erimesiyle ilk önce çiğdemler kara topraktan başını uzatır, baharın gelişini müjdelerdi.
İlkokul günlerimde karne tatili de Şubat ayında oluyordu. Tatilde kır bayır dolaşır, sarı çiğdemlerin topraktan çıkışını gözlerdim. Gördüğüm çiğdem oymaklarını yıl boyu hiç unutmazdım. Açık mor renkli olanlarına “öksüz çiğdem” diyorduk, bizim gözümüzde bir değeri yoktu, asıl çiğdem, sarı çiğdemdi.
Çiğdemler çıkınca kızlı erkekli sekiz on çocuk birleşir, çiğdem toplamak için yazıya giderdik. Öncesinde de yabani erik ağaçlarının dallarından iki karış boyunda sivriç yapardık. Erik dalı çok sağlam olurdu. Sivriçlerimizi günler öncesinde hazır ederdik. Bir de en dikenlisinden büyük karaçalı koparırdık.
Çiğdemlik yazısına gidene kadar hoplaya zıplaya oynardık. Sarı çiğdemleri, sivricimizi birkaç santim uzağından toprağa sapladığımız gibi yumrulu kökleriyle beraber çıkarırdık. Köklerindeki toprağı elimizle ufalayarak temizlerdik.
Topladığımız çiğdemlerin köklerini, karaçalının dikenlerine batırırdık; çalı adeta çiğdem tarlasına dönüşürdü. Sonra da ellerimizde çalılar:
“ Çiğdem çiğdem çiçecik
Emmimoğlu küçecik
Yağ verenin oğlu olsun
Bulgur verenin kızı olsun
Hiç vermeyen çatlasın ölsün”
diye mani söyleyerek köydeki evlerin tamamının kapısını tek tek çalardık.
Genellikle hiçbir kapıdan boş dönüşmezdi. Çocuksuz gelinler, oğulsuz analar başta olmak üzere herkes bize bulgur, yağ, et ve salça verirdi.
Aramızdan birinin annesi de dışarıda ocak yakıp bulgur pilavı pişirirdi. Pişmek üzereyken topladığımız çiğdemlerin kök ve çiçeklerini pilava katardık. Pilavımızı oradan gelip geçenlere ikram eder, iştahla yediklerini görünce de anlamsızca gülerdik. Çocukluk işte, ne yapsak ne duysak her şeye hep gülerdik.
İBRAHİM ÇALIŞGAN