29 Ekim 1923 tarihi , Alpaslan’dan Atatürk’e Anadolu’nun Türk yurdu olduğunun ve Türk Yurdu kalacağının kesin ve en büyük ispatıdır. Burada yalnız önemli olan olgu, devlette devamlılık esasının ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin de Anadolu devlet geleneğinden gelen ,çağın gerekliliğine uygun ,geçmişten günümüze milli, dini, hukuki ve kültürel değerlerini yenilen dünya ekseninde yeniden sınıflandırılmış olduğunun kabulüdür. Nitekim bazı kesimlerin Türkiye Cumhuriyeti devletini reddedip “Osmanlı torunuyuz” argümanını kullanmasının yanlış olduğu gibi kimisinin de “Benim tarihim 1923’te başlar söylemi” de yanlıştır. Sonuçta cumhuriyeti kuran insanların da doğduklarında Osmanlı çocukları olduğunu unutmamak gerekir.
Malazgirt Savaşı ile Büyük Taarruz’un aynı günde olması tarihsel bir tesadüf gibi görünse de kadim Türk tarihinde basit bir denk geliş olmadığı düşüncesindeyim. Buna istinaden, kazanılan Kurtuluş Savaşı sonrasında da Türklerin milli kimliğinin yeniden farkında olacağı yeni bir ulus devlete ihtiyaç duyulduğunu ve şüphesiz Atatürk’ün altı okunda Laiklik, Cumhuriyetçilik gibi kavramlar daha öne çıksa da yeni Türkiye devletinin temelinin Türk milliyetçiliği olduğunu ve diğer beş okun da yurdumuzda bulunan etnik unsurların vatana aidiyet kazandırılması amacıyla güçlü bir binanın katları olarak değerlendirmek mümkündür.
Osmanlı’nın son dönemine baktığımızda Tanzimat Fermanı, Meşrutiyet gibi olgularla cumhuriyet ön hazırlıklarının olduğunu görürüz. Nitekim Meclis açılarak milletvekili seçimlerini de Osmanlı son döneminde denemiştir. Tanzimat Fermanı ile dini , hukuki konularda Avrupa’nın da biraz etkisiyle biraz daha özgürlük verilip , Meşrutiyet ile de demokrasi çabalarına girilse de oluşan dinamikler köklü bir temele dayanmayıp yine padişah halifenin kontrolü altında olduğundan güçlü bir kazanım elde edilememiştir. Devletin çöküşü daha da hızlanmıştır ama Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar için mevcut yaşanılanların Dünya’yı ve Osmanlı Türkiye’sini anlamak açısından güzel bir staj olduğu kesindir. Milli Mücadele döneminde bir yandan savaş verilirken diğer yandan yeni kurulacak devlet yönetimin nelere dayanacağı konusunda da yaşanılan tecrübelerden çıkarımlar yapılmıştır.
Avrupa’yı incelediğimizde ise bize yansıyan fikirlerin biraz da Batı’da yaşanılanlardan kaynaklı olduğu görülür. Bunun en güçlü örneği Fransız İhtilali’dir. Fransız İhtilali ile bilindiği gibi cumhuriyet fikrinin ateşi Avrupa’da yanmış, Napolyon’dan gelen milliyetçilik olgusu diğer devletlere de sirayet etmeye başlamıştır. Bunun yansımalarını Avrupa ve Rusya’nın da kışkırtmasıyla Osmanlı’da olan çıkan isyanlarda görebiliriz ve sonrasında yaşanan Balkan Savaşları ile de Balkan ülkelerinin kendi milli kimliklerini birbirlerine ispatlama çabası olarak değerlendirilebilir. Zaten yaşanılan süreç Dünya Savaşı’na kadar giderek imparatorlukların da sonunu getirmiştir. Doğal olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir ulus devlet yaratma gayreti de konjonktürel gerçek olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Buradan dikkatimizi çekecek bir diğer algı da din algısıdır. Farkındaysanız dini birliktelik eskisi kadar güçlü değildir ki padişah cihat çağrısı yaptığında bile çağrıya kulak asan olmamıştır. Olmadığı gibi de emperyalistlerle işbirliği çerçevesinde kendi dünyalarını kurmaya çalışan milletler olmuştur.
Din olgusu Orta Çağ ve Yeni Çağ’da güçlü bir motivasyon olabilir yalnız özellikle yeni dünyanın keşfi ve sanayi devrimiyle din halen manevi olarak kısmen dillendirilse de teknik açıdan etkisini kaybetmeye başlamıştır. Çünkü yeni yerlerden gelen zenginlik ve sömürülen ülkeler Avrupa’ya yeni bir bakış açısı getirmiştir. Önceden ise papalık ve hilafet makamlarının bu kadar güçlü olmasının nedeni diğer kıtaların bilinmemesinden dolayı zenginliklerin Ortadoğu’da, İpek ve Baharat yollarında olduğunun görülmesi ve dinlerin de Ortadoğu’dan doğmasından dolayı buraya sahip olunmasının istenmesidir ama günün sonunda emperyal devletler Ortadoğu’ya hakim olma isteğini papalık kanalıyla yapmayarak Müslüman görünümlü ajanlarıyla devam ettirmiştir. Bu açıdan da ulus devlet olmanın ve böylelikle milli şuuru yeniden kazanmanın yeni Türkiye Devleti için önemli büyüktür. Bu sebepten dolayı Mısak-ı Milli argümanını ortaya atılmıştır.
Sonuç olarak Dünya Savaşı ile imparatorluklar ve dini devletler lav olmuş onun yerine milli ve sanayi devletleri yeni dünya gerçeği olarak ortaya çıkmıştır. Zaten bilindiği gibi İngiltere de Osmanlı padişahını kukla olarak elinde oynatmış padişahın hilafet gücünü Ankara’ya karşı olan isyanlarda daima kullanmıştır. Süreç cumhuriyet döneminde olan farklı isyanlarda da devam etmiştir.
Saltanatın kaldırıldıktan sonra padişahı kendi korumasına alan İngiltere’nin tek düşüncesi de halen devrik padişahın halife olmasından dolayı İslam alemine istediği gibi hükmedebilme ihtimalini düşünmesidir. Bu konuda şöyle bir çelişki karşımıza çıkabiliriz. Madem öyle Meclis Cuma Namazı ile açılıp ilk konuşmada Atatürk’ün Vahdeddin’e destek olunacağı yönünde açıklama yapması nedendir? Cevap gayet açıktır. Çünkü çevresinde ve farklı şehirlerden gelen vekillerde yeni bir devlet kurma fikri yok denecek kadar azdır. İnsanların tek gayesi düşmanı yurttan atmaktır. Bundan dolayı, gelecek çok düşünülmemektedir. Şayet böyle bir konuyu da Mustafa Kemal’in gizli tutmadığını varsayarsak ; idam fermanı çıkmış kendisine asi muamelesi yapılmış bir kişinin gelen insanlar tarafından linç edilmesi olasıdır. Bundan dolayı süreç , savaştan sonra Lozan Antlaşması görüşmeleriyle yönetilmeye başlanmış; İtilaf devletlerinin görüşmelere Osmanlı yönetimini de davet etmesi sonrasında saltanat makamı ortadan kaldırılmıştır. Hilafet ise Atatürk’ün çalışma arkadaşlarından bazılarının Osmanlı kafasından çıkamayışından Halife ile görüşme arzularına nail olması sebebiyle millet olmanın önünde bir engel olarak düşünülüp kaldırılmış ve yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Halka da Kuran-ı Kerim doğru öğrenilsin diye Türkçe Kur’an ve farklı dini kaynaklar bu kanalla dağıtılmıştır.
Atatürk’e göre “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” Kültür olgusunu da Dil ve Tarih çalışmalarında derinleşerek yapılmaya çalışıldı. İlk mesele Anadolu’nun İlk Çağ’dan bu yana Türk yurdu olduğunun ispatıdır. Çünkü Osmanlı’nın İstanbul’un fethiyle yeni Bizans gibi görünmesi özellikle Yunanlılar için Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir motivasyondu. İngiltere de zaten hep bu motivasyon üzerinden işgali yönetti ama Türk Tarih Tezi’ne göre Hititler (Etiler) ve Sümerler’in Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türkler olduğu yönünde önemli araştırmalar yapıldı ve kitabelerdeki kültür doneleri incelendi. Hititler’in yer altı kaynaklarındaki ustalığı bilindiğinden maden işletmelerimize Eti Maden adı verildi. Medeniyet yönünden dönemine çığır açan Sümerler de cumhuriyetin konfeksiyon çalışmalarında Sümer Holding adıyla temsil edildi ve halen bu araştırmalar da devam etmektedir. Ek olarak şu bilgiyi de vermek gerekir. Alpaslan Anadolu’ya girdiğinde Bizans ordusunda Türkler de vardır. Nitekim o dönem Anadolu’da bulunan Peçenekler ve Uzlar Ortodoks Türkleridir ve Alpaslan’ın gelişiyle Malazgirt Savaşı’nda Türk tarafına geçenler de olmuştur. Diğer mesele ise Saray dili ve Anadolu Türkçesi’nin , Osmanlı dilinde Arapça-Farsça fazla lügat olmasından çakışmasıdır. Ayrıca sade bir Türkçe ve Latin alfabesine geçilmesiyle de çok azı okur yazar olan halkı bir an önce akılla, bilimle kısaca dünya ile buluşturma çabasıdır. Atatürk’ün ders kitaplarında kendisin de katkısının olması biraz bu sebepledir.
Son olarak ise günümüzde en kritik konulardan biri olan Laiklik’in milli, dini ve hukuki değerleri nasıl düzenlendiğini inceleyelim. Osmanlı dönemine geri dönecek olursak bildiğiniz gibi Yavuz Sultan Selim ile Halifelik makamı Osmanlılara geçmiştir. Dönemin şartlarına göre bu durum oldukça değerlidir. Güçlü bir devlet olduğu kadar dini açıdan da Osmanlı’nın kılıcı elinde tutması Dünya’nın süper gücü olduğunun göstergesidir fakat mesele bundan sonra başlamaktadır. Zaten fetih olarak en ulaşabileceği sınırlara ulaşmış Osmanlı , kendisine gelen halifelik ile Türklük kültüründen hem yönetim hem de eşraf olarak zamanla çıkmaya başlamış; değişen ve sosyoekonomik gelişen dünyada milliyetçilik akımından oldukça zarar görmüştür. Bu kapsamda ümmetçiliğin artık işe yaramadığını gören dönemin aydınları tarafından Osmanlıcılık gibi vatandaşlık bilincini getirmeye çalışan kavramlar getirilse de fiili kopuşlar engellenememiştir. Bunları düzeltmeye çalışan Türkçülük akımı da hayalperestlikten öte giden bir düşünce olmamıştır.
Anlatmaya çalıştığım bütün tecrübelerden yola çıkarak “Ne mutlu Türk’üm diyene!” ilkesiyle sınırlarımızda yaşayan bütün vatandaşlarımıza yaşadığı devlete aidiyet kazandırılmaya çalışılmış, hangi inançtan olursa olsun ortak hukuki değerlerle insanların yaşantıları ve yaptıkları kontrol edilmeye çalışılmış ve böylelikle yüzyıllardır Türk coğrafyası olan bu yurdun yüzyıllarca da payidar kalacağı inancı topluma yerleştirilmiştir.
Onur ÇİMEN ([email protected])
(Kimya mühendisi,yazar, siyaset bilimci)
1987 Erzurum doğumludur. Anne ve babanın bağlı olduğu yer ve aile çevresi Konya’dadır. Karaman’ın Ermenek İlçesinde ilk ve ortaöğretimi tamamlamıştır ve İzmir’de ise lise ve üniversite eğitimi almıştır. Ege Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü mezunu olup mesleğini icra etmektedir. Ayrıca Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi mezunudur. Doğu Ekspresinde Bir Kedi ve Akdeniz Kanatlarımın Arasında adlı iki kitabı vardır. Ayrıca çeşitli radyo ve televizyon söyleşilerinde konuk olmuştur.